“İnsan, kaplanın kaplanlığından, balığın balıklığından belli olduğu gibi, fiilen insan olduğundan katiyen kesin olamaz. İnsan sürekli olarak insanlığından çıkma rizikosunda yaşar. Yani insanın konumu özünde belirsizliktir… Bu akşam birimizin aklına esse de, başına bir miğfer oturtup, sırtına bir zırh geçirip, elinde mızrakla kentte dolaşmaya çıksa, büyük bir muhtemelen geceyi geçireceği yer tımarhane veya polis merkezi olur. Neden? Geleneğimiz, göreneğimiz öyle değildir de ondan. Buna karşılık, benzer şeyi bir karnaval günü yaparsa en hoş giysi ödülünü kazanması işten bile değildir. Niçin? Çünkü o bayramlarda kılık başkalaşmak gelenektir, görenektir. O Kadar oysa giyinmek gibi öyle insani bir eylemi bile kendi içimizden geldiği gibi yapamayız, salt görenek pek diye şu biçimde yok de bu biçimde giyiniriz. Çağrıda Bulunmak ki alışılmışı, gelenek olanı o kadar yapılır diye yapıyoruz. İyi de, o yapılanı yapan kim? Aa, cümbür cemaat işte. Tamamlanmış da, cümbür cemaat kim?”
Sorunun cevabı ve sonrası muhataplık için sizleri böyle alalım: İspanyol filozof Jose Ortega Y Gasset’in, ancak kendisi Albert Camus’ye tarafından, “Nietzsche’den sonradan belki de en büyük Avrupalı yazar”dır, kitabı (Neyyire Gül Işık çevirisi, Metis Yayınları’ndan çıkan) “İnsan ve Cümbür Cemaat”… Siz yavaştan bu “herkes”in kimlerden oluştuğunu üstadın kitabının yamacında inceleyedurun, ben de incesinden pandemide birincil kapalı mekân anksiyetemi bana sıkıntısız ve gamsız yaşatan oyunla hem de bu ‘cümbür cemaat’in geniş perdeden hemhaliyle sizleri tanış edeyim:
Moda Sahnesi’nin yenisi “Suzy Storck”. İki yıl sonra, ilk kapalı mekân deneyimimde gözlemlediğim; tek perdelik, keza de 90 dakika, bir oyuna seyirciyi maskeli daldırıp (kafalar binbir derya pandemi yorgunluğundayken), üstüne özneyi hikâye ve performansla sahnede hemen hemen izleyenlerin beynine ve kalbine boca edip, pür uyarı oturan pozisyona çekebilmek, kocaman bir başarı:
Önden Moda Sahnesi emekçilerine temizinden bir teşekkürü sarkıtarak geliyorum bu -nazarımda- efsunu adında gizli oyunun yaratıcılarına ve detaylarına. Fransız oyun yazarı Magali Mougel’in yazdığı, hikâyenin öznesi Suzy’ye de hayat veren (ancak ne hayat vermek, ‘cuk’ yerleşik diyeceğimiz bir performansla) Reyhan Özdilek’in Türkçeye çevirdiği, tiyatro mesaimi imzasını attığı her oyunla daha da heyecan ve keşfe sürükleyen Kemal Aydoğan’ın yönettiği oyunun sahne tasarımını Cansu Arslan, ışık tasarımını İrfan Varlı ve fotoğraflarını ise Orçun Kaya üstleniyor. “Suzy Storck”u biz izleklere doğalından zerkeyleyen Özdilek’e sahnede eşlik eden oyuncularsa Aybanu Aykut, Çağlar Yalçınkaya ve Mert Şişmanlar.
Peki, kimdir bu Suzy derseniz de, oyunda ‘koro’nun dediği gibi; tarih, mekân ve coğrafi koşullar önemli yok, zira 350 bin takvim insanın hikâyesinde ‘kadın’ın payına düşenlerden sadece bir kesit… “Suzy Storck, kocası ve çocuklarıyla yaşadığı ufak evinde sıradan bir hayat yaşıyor. Lakin bir yaz akşamı, bir şeyler kontrolden çıkar… Ve sonunda durumun gerektirdiği şeye teslim oluyor. Alt üstteki edilmiş bir kronoloji ile, Suzy Storck, tek çıkış yolunun trajik ve insanlık dışı bir biçimde ortaya çıktığı, kişi olarak red edilmiş bir kadının dramını tekrar yapı ediyor.”
Ezcümle; Pek çok seyirci gibi ben de Suzy’e yükselmişimdir, bu heyecanımı da buradan naçizane döküleyim ancak sizlere de iyi gelsin niyetine ajandanıza alın istedim. (Es notu: Ancak Moda Sahnesi’nin sene bitmeden, 20 Aralık’ta prömiyer yapacağını öğrendiğim Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ı da var sırada; her şeye rağmen güzel haberler bunlar, ucundan da olsa yakalayıp sahip çıkmalı!) Bu minvalde de ekiple yaptığımız röportajı akıtıyorum en sakininden lakin manidar fonumu da yetersiz etmeden: Sözleri Minoas Matsas’a, bestesi Spiros Peristeris’e ait “To Minore Tis Aygis / Şafak Minörü” şarkısı, söyleyense Sotiria Bellu…
“Idrak Etme gücüdür bizi kurtaracak olan”
Oyun sonrası “Suzy Storck” dünyasının algısında kafamda dolanan şu iki yazarın rotası oldu: “Bedenlerin ırk, derslik ve toplumsal cinsiyetle birlikte inşa edildiğini düşünmüyorum. Bedenlerin her türlü kuvvet tarafından oluşturulduğunu ve birçok öbür kategoride sınıflandırıldığını düşünüyorum” diyen feminist felsefeci Elizabeth Gorsz; ve “İnsanlık erildir ve erkek kadını kendisi içinde yok, erkeğe kadar tanımlar; bayan özerk bir varlık olarak görülmez… Erkek kadına referansla yok, kadın erkeğe referansla tanımlanır ve farklılaştırılır.” diyen Simone de Beauvoir. Gorsz ve Beauvoir’ın bu cümlelerini günümüz şartlarında şahsen deneyimlemiş veyahut tanık olmuş insanlarız. Şimdi bulunduğumuz boyuttan bakınca, Emil M. Cioran’ın “Çürümenin Kitabı”ında ses verdiği şu cümleye tekabül ediyor gibiyiz: “İnsan tüm bildiklerine rağmen, tüm bildiklerine karşısında her gün baştan başlar.” Sorum şu; bütün bu kavramların, tanımların, ezberlerin, yorumların ve aslında kalabalıklığın içinde ‘her gün her tarafta başlayabilir mi/yiz’? Ve oluyorsa da sizde başlama seansı nasıl gerçekleşiyor?
Kemal Aydoğan: Her gün bize sormadan başlıyor. Güneşin etrafındaki turuna devam ediyor dünya. En büyük felaket bunun durması olurdu. İnsan bir acayip mahlukat. Bir nesil, diğer cinsi; bir derslik, diğer sınıfları; bir millet, öteki ırkları, bir tür, öteki türleri sömürgeleştirmiş. Sömürgeleştiren taraf zor kullanarak, zorlama yoluyla boyun eğdirmiş sömürülen tarafa. Bu tek yanlı sömürü düzeni er geç son bulacaktır. Bunun son bulacağına duyulan inanç her güne tekrar dirençle uyanmama sebep oluyor, her yeni güne bu motivasyonla başlıyorum.
Aybanu Aykut: Başlayabilir. Unutmayı seçer yoksa ısrarla hatırlatıldığında “kanar”…
Reyhan Özdilek: Sorunuza birincil kertede net bir şekilde “başlayabiliriz” yanıtını atamak istiyorum. Başlayabiliriz hatta başlıyoruz, eğer başlayamasaydık ve bunca zamana hakim olmuş eril egemenliğin aleyhinde (eril ve dişil kelimelerini kullanmamın sebebi bu bağımsızlık biçiminin erkek ve bayan cinsiyetlerine ait olmayan, fakat her cinse işlemiş davranışsal bir kod olarak algılanmasından yandan olduğumdandır) dişilin ne hayattan ne de mücadeleden vazgeçmemesidir. Suzy’ye bakalım mesela: İçine doğduğu ailede annesinin eril dili ve davranışları nasıl özümsediği görülse de Suzy -kendi tabiatı gereği belki de- bu değin alışkın aile / toplum yapısı içinde annesinin bir kopyası olmamış. Netice hayal kırıklığı bile olsa, telafi edilemez bir noktaya da gelinse, Suzy bir şeyleri bilinçli veya bilinçsiz durdurduğunda, bundan böyle doğasına, hayallerine ve ihtiyaçlarına zıt düşen bütün o şeyleri yapamayacak ışık halkası geldiğinde, eğri düzenin bir çarkına çomak sokmuş oluyor. Yani aslında yapılması gerekeni sen yapmadığında, zaten nesnenin doğası gereği olması gereken şey önünde sonunda oluyor. Bütün bu kavramların, tanımların, ezberlerin, yorumların civarda her gün, her an, her nefes alışta baştan başlıyoruz. Bilinmeyenin umuduyla yapıyoruz bunu.
Magali Mougel az kalsın kısa bir monologdan eski trajik mirasın mirasına kazınmış bir metne / hikâyeye götürüyor bizleri. ‘Düğümlenmiş bir kaderin’ belirlenmiş tanığı olan ‘Koro’dan mitolojik ve çağdaş Medea’nın sesinin kaybolmuşluğunun (bir kez daha) imkansızlığı yankılanıyor gibi; ve artık o Tanrıların ve arkaik üyelerin yerini, aşırı hiyerarşik kalıpları empoze eden bir toplumun kaide ve normları alıyor. Biz izleklere düşen bu yankılanmada, annesinin tokadından kocasının maruz bıraktığı cinsel saldırılarına, öncesinde ‘anne’, ardından ‘eş’, ‘ev kadını’ ve ‘heteroseksüel’ hayatından hiçbir şey istemeyen Suzy’nin “Deniyorum” veya “Yuvam olan savaş meydanını kırıp dinmek, zindanımı ateşe devretmek isterdim” sözlerinden çaresizliğini veyahut “Bana karşın örgütlenen şeyin ağırlığı aşağıda eziliyorum” derken yaşadığı travmayı ve toplumsal baskıyı anlaşılır biçimde gözlemliyoruz. Mevzuyu buralardan çok da uzaklaştırmadan filozof Albert Caraco’nun sözüne bağlamak isterim: “Aile varlığını sürdürdükçe, çocuk kalacağız. Aile, günün birinde aşılması gereken bir kurumdur… Erkekliğin bizi götürdüğü ve katiyen geri dönülmeyecek kâbustan bizi dişilik kurtaracak.” Sizin düşünceniz nedir?
Reyhan Özdilek: Genel geçer normlara yerinde aile kurumu, topluma, ahenkli, vefalı ve tek alıcı bireyler yetiştirme akademileri gibi işliyor. Orada öğreniyoruz çocuk olmayı, büyüklerin yanında susmayı, fikirlerimizi kendimize saklamayı, sonra kadın olmayı, erkek olmayı, bir bayan gibi oturmayı, kalkmayı, bir erkek gibi güçlü olmayı. Ve bütün bu normları belirleyen de eril akıldır. Yani eril aklın doğrultusundaki bayan ve erkeğin olmaları gereken ne ise onu öğreniyoruz ailede. Yapay, didaktik. Böylece laf dinleyen köleler oluyoruz. Çünkü bu düzenin laf dinleyen kölelere ihtiyacı var. Ama insan denilen varlığın olağanüstü yönü, varoluşunu kestirme yeteneği. Oyunda Suzy’nin kesintisiz bitmiş ettiği hareketleri hatırladığını ve bu yeniden eden hareketlerin onda bir bilinç uyandırdığını görüyoruz. İşçilerin üretim zincirinde baştan ettiği ve bundan böyle o işe, ürettiği şeye, işte geçirdiği saatler sonucu kendine olan yabancılaşmasından doğan bilinç gibi. öte yandan ben de bizi kurtaracak olanın dişilik olduğuna tüm kalbimle inanıyorum. Yakın zamanda bir belgeli izledim: Mısır tarihi ile ilgili çok yeni bir buluş alanında çalışan arkeologlar, antropologlar ve onların tanıklıklarını izlerken dikkatimi çeken bir şey vardı. Bayan biliminsanları, erkek olanlardan öbür olarak, inceledikleri bölge ve orada buldukları kemikler hakkında bilgiler aktarırken, bilimsel kaynak ve toplanan verilerin yanı sıra ‘hissediyorum’ ile başlayan cümleler kuruyorlardı. Bende çok güzel bir yere değdi bu sözcük. Belki de bu kavrama gücüdür bizi kurtaracak olan.
Çağlar Yalçınkaya: Toplumun erkeğe ve kadına dağıttığı roller aileyi şekillendiriyor ve bu büyük bir sorun. Ailenin varlığının erkeğin örgütlenişi üzerinden kabul edilmesi, yani erkek varsa aile vardır, erkek ailenin reisidir, başıdır benzeri, sürüsüne bolluk kalıplar ailenin tanımını bir yere sabitlemiş ve diğer türlü algılanamıyor aile denilen şey. Bence, biz adına aile diyelim ya da demeyelim, besbelli üç kişilik bir grup var -anne, baba, çocuk- ve bir her birine hayatta kalmak için diğerlerinin ona bakmasına muhtaç. Ve bu noktada da rollerin bitmiş dağıtılması durum, yani anne de baba da bir çocuğun dinç büyümesi için kendine yeni ve içten soruları sorması gerekli.
Aybanu Aykut: Dişilik birey olmayı bitmiş öğretip, nedensiz kalabalıkları (aile, eş, çocuk) anlamlandıracaktır.
Kemal Aydoğan: Dişil öğenin, erkek baskın baskıyla yok edilmeye, baskılanmaya çalışıldığı bir hayatı yaşıyoruz. Kadınların özgürleşmesinin doğuracağı imkânlar sadece kadınlar için yok, tüm dünya için kayda değer. Börtü haşere de bundan nasiplenecek, erkek de, deniz de, carettalar da… Bu apaçık bir reel. Erkek hakim kültür, dünyayı, savaşa, ayrımcılığa, kana, nefrete buladı. Bunun mitolojiden, sanata her tarafta izlerini bakmak muhtemel. Bu son bulacak. Barışçıl, şen, yumuşak bir yaşantı dünyaya yayılacak bayan özgürleşmesiyle birlikte. Buna inanıyorum.
“Kadını kahramanlaştırarak kurtarmıyordu”
Gelelim “Suzy Storck”a… Moda Sahnesi’nin Fransız yazar Mougel ve karakteri Suzy ile buluşması nasıl oldu? Ekip nasıl bir araya geldi ve bu buluşmada, metin üzerinde sizi ilk etkileyen öncelikli olarak neydi? Mesela, hayatınızda bu hikâye neye tekabül ediyor ya da eşit düşüyor?
Kemal Aydoğan: Daha öncesinde çevirdiği başka oyunları da benimle paylaşan Reyhan, bu metni de bilgim olsun diye yolladı. Okuduğum an, Moda Sahnesi repertuvarına uygun bir oyun olduğunu Reyhan’la paylaştım. Ve alıştırma kararı aldık. Mert ve Çağlar ile Moda Sahnesi’nin kuruluşundan beri birlikte çalışıyoruz. Aybanu, benim yönettiğim birincil büyük oyun “Ölüm Meleği’in Gözyaşları”nın oyuncusuydu. Daha Sonra da “Hırçın Kız”da birlikte çalışmıştık. Reyhan ile bu birincil çalışmamız. Ve “Suzy Storck”u annemden dolayı yakından tanıyorum. Annem hem Suzy’ydi keza de yıllar için de Suzy’nin annesine dönüştü. Bu iki kadın durumunu annem vesilesiyle içeriden tanıyor, biliyordum. Şehvetli haritamda enerjik bir tesir olarak yeri baki bu kadınlık durumlarının.
Reyhan Özdilek: Ben, Magali Mougel’in “Les Guerrières Ordinaires” adlı başka bir oyununu çevirmeyi düşünürken, YeniPerform’dan raslantı yine Mougel’in “Suzy Storck” adlı oyununu çevirmem teklifi geldi ve Mayıs ayında, metnin çevrimiçi okumasını yaptık, bununla birlikte Magali ile bir yazarlık atölyesi de gerçekleştirildi. “Suzy Storck”u birincil okuduğumda fiilen fazla sevdim ve büyük bir zevkle Türkçeye çevirdim. Daha önceki çevirilerimi de açık fikirli olan Kemal Aydoğan’la da paylaştım. 1 Ağustos’ta provalara başladık, 4 Eylül’de de prömiyer yaptık. Bu metinde beni en çok etkileyen Suzy’nin epeyce basmakalıp ve ama kafasının içinde bir öyle da kendi olma kavgası veren hikâyesinin dile aktarılış biçimi oldu. Bu oyun düz yazı yok. Upuzun bir şiir aslında. Hatta önceki sorunuzun girizgâhında kullandığınız cümle parçası gerçekle örtüşüyor: Oyun Suzy’nin 20 dakika kadar süren bir monologundan geliştirilerek yazılmış. İç seslerin haykırışlara, tekrarlanan hareketlerin can sıkıcı bir dansa dönüştüğü bir felaket. Ve Mougel, bunu büyük bir ustalıkla başarmış. Bu hikâyenin herkeste mutlaka tekabül ettiği bir yer var.
Mert Şişmanlar: Her oynadığım oyunda, ister istemez bir sürü yeni tecrübeyi ve bilgiyi hayatıma katıyorum. İnsanın kendini ve yaşadığı toplumu kavrayış yolunda, tiyatronun fazla hoş bir rehber olduğu bilincindeyim. Bu oyunda, yüzyıllardır yaratılmış erkek figürünün yaptığı ve bunun doğruluğuna inanarak veya inanmasa da boyun eğerek yaşayan insanların yaşamını araştırmak beni heyecanlandırıyor. aynı zamanda; oynadığım rol Hans Vassili Kreuz ile babamı ve daha üst kuşak atalarımın yeniden edegeldikleri tutum biçimlerini görmek, onları anlayabilmek ve kendimde aynı hataları yaptığımı bakmak etkileyici geliyor. Ve bu oyun doğru annemin, ben ve kardeşim için yaptığı fedakârlıkları görerek, ona teşekkür edebildim. Hissi andı… Ilave olarak, yazarın şairane üslubu ve didaktikliğe düşmeden derdini anlatmasına büyük hayranlık duyuyorum.
Metni sahneye uyarlarken nasıl bir sahneleme ve çalışma yürüttünüz; öncelikli enstrümanlarınız nelerdi? Mesela, metin / okuma halinden sahneye ilk düşüş hemhaline sizde fonda neler vardı? Bu süreç her tarafında sizi etkileyen ne/ler oldu?
Reyhan Özdilek: Fonda Leonard Cohen’in “Suzanne” şarkısı çalıyordu! Bu süreçte beni, bir kadın olarak da tabii, en çok etkileyen şey, Suzy ile çok artı iki taraflı noktaya sahip olduğumu gözlemlemenin getirdiği korku oldu. Etrafıma fazla çaktırmadım sanırım fakat bu algılama azıcık içime oturdu. Örneğin, kadın olmanın birçok şeye susmak olduğunu bakmak… İdare etmek, herkesi ve her şeyi… Lilith’i bolca andım kanımca, Adem’e emrindeki olmayı reddeden. Metni çevirmenin de etkisi olabilir, sözleri başka bir dilde de aynı histe anlaşılması mümkün kılmaya çalışırken ister istemez yakınlaşıyorsunuz, bütün karakterlerin ağızlarından çıkanların kendilerine uygun olmalarıyla ilgilenirken bunları hissetmek fazla besleyici.
Kemal Aydoğan: Maruz kalan ama bunun için silahlarını bildiğimiz manada kuşanmayan bir bayan vardı. Silahlarını kuşanan ve savaşan kadını kullanmak yönünde bir atılım oluyordu içimde. Kahramanlaşsın istiyordum kadın. Ancak yazar, kadını bildiğimiz anlamda kahramanlaştırarak kurtarmıyordu. Bayan, üzerine yüklenen ağırlık sebebiyle çöküyor, böylece erkek baskın kültür kadar ona dayatılan görevleri sürdüremiyor ve ailenin çatısını çökertiyordu. Bir şey yapmayarak. Savaşmayarak. Mücadele etmeyerek. Bu perspektifi anlamaya bol miktarda mücadele sarf ettik. Eylemeyen, bir şey yapmayan bundan dolayı artık vicdan azabı duymayan, yatışmış bir Suzy’e vardık.
“Yeni perspektifler kazanıyorsak laf yeniden değildir”
Günümüzün ‘Suzy Storck’ları kim(ler)dir sizce? Oyun bizlere sormakta: Anne almak istemezseniz, çocuk istemezseniz ne olur – ve zaten onlara sahipseniz? Bunun sizdeki karşılığı nedir?
Kemal Aydoğan: Günümüzün ‘Suzy’leri kadınların büyük bölümü şahsen.
Çağlar Yalçınkaya: Sanırım, günümüzün ‘Suzy’leri, bilhassa Türkiye coğrafyasından bahsediyorsak, tüm kadınlardır. Çünkü Suzy’nin itildiği yeri haberdar olan, anlayan erkek olduğunu sanmıyorum ben, varsa da ben denk gelmedim. Çünkü Suzy’nin sordukları, yeni sorular yok. Suzy olur ya de insanın varoluşundan beri süregelen kabullerle ilgili konuşuyor. Dolayısıyla anne, baba edinmek istemezseniz, Türkiye’de yaşayacağınız şey bellidir. Ayıplanır, ötekileştirilir, sorgulanırsınız, canınızı sıkmaya çalışırlar. Çünkü bu dünya bundan böyle erkeğin kadını da erkekleştirdiği bir dünya…
Reyhan Özdilek: Günümüz ‘Suzy’leri kişi olarak varlıkları reddedilmiş veyahut kendilerine biçilen rolleri üstlenmeye zorlanmış veya sadece kendilerine sunulan sınırlı seçenekler arasında tercih yapma hakkı verilmiş herkestir bence. Bu kadın, erkek veya maddi bedenlerinden farklı cinsel eğilimlere sahip bireyler için de geçerli. Oyunda biz, “Suzy Storck” isminde bir kadının hikâyesine şahit oluyoruz. Bu kadının başına, kendisi için hayal ettiklerinden diğer istemediği her şey geliyor… O istemezken, onun civarda örgütlenen bu düzenin onun başına bunları getiriyor.
Oyunla da birlikte kafamda net oturan, röportaja girişte de merhabasını verdiğimiz José Ortega y Gasset’in şu cümleleri bugünlerde kadrajımın kalabalıklığını hafifletmekte: “Yaşamımızda şeylerin ne oldukları üzerine edinmiş bulunduğumuz fikirler doğrultusunda davranırız. Fakat yaşamımıza eşlik eden ve temel olan fikirlerin ve kanıların bir bilançosunu çıkaracak olursak, şaşkınlıkla fark ederiz fakat birçoğunu -ola ki de çoğunluğunu- hiçbir süre kendi kafamızla, gerçekliklerinin bütün ve sorumluluk sahibi berraklığıyla düşünmemişizdir, başkalarından işittiğimiz için düşünmüşüzdür, böylece söylendiğini duyduğumuz için de söylüyoruzdur. İşte burada tuhaf bir kişisizliğin belirlisi olan o -ir eki var, benzeri bizim içimize kurulmuş, bizim bileşenimiz olan, bizim yalnızca dile getirdiğimiz fikirleri düşünen birini anlatıyor.” Yani şimdi Suzy’de de gözümüzü seğirten, belleğimizi karıncalandıran tüm mevzuları düşününce; şu bin takvim kadim zeytin ağaçlarının aşağıda artık yeni söylenecek hiçbir laf kalmamış mıdır?
Kemal Aydoğan: Hâlâ “Suzy Storck” oyunu yazılıyor, biz de onun anlattıklarından etkileniyor, yeni perspektifler kazanıyorsak söz bitmiş değildir. Sözün kurucusu kim? Eğer erkek tarafından kurulduysa ve bir zaman sonradan da kanaat haline getirildiyse söz bu erkeğe ait söz için geçerlidir. Erkeğin kültürünün anlaşılacak bir hali de kalmamıştır, dünyayı götüreceği yerin bir sürprizi de. Bu erkek dominant kültürün tüm hareketlerinin sırrı çözülmüştür bizzat. Şimdiki çabamız bu sözün hegemonyasından kurtulmaktır.
Reyhan Özdilek: İnsan doğasında bilinmeyeni bir an önce bilinir ayla getirme, yorumlama eğilimi var. Karşılaşılan her şeyi dürüst ya da yanlış lakin yeter ama tanımlanmış bir duruma getirip bu şekilde aklın bir köşesine sipariş verme acelesi var. Şeylerin ne oldukları konusunda anında bir us almak, betimlemek ve bu doğrultuda yol almak… Sanırım hepsi hayatta kalma içgüdüsü ile kesişiyor bir noktada. Ve bir şeyler, bizden önce birileri tarafından tanımlandıysa bu bilgiyi alıp benimsemekte pek kararsızlık etmiyor olabilir miyiz? Ancak her lahza her şey tekrar şekilleniyor, her parçacık an be an bir araya gelip şeyleri oluşturuyor, hayat bu dek makro ve mikro düzlemde hareketli ve sıvı iken nasıl oluyor da biz bizden önceki tanımlara yan olabiliyoruz? Kendi kafamızla düşünmüyoruz evet, lakin daha önce düşünülüp varılan kanıyı tekrarlıyoruz. Kendi aklımızda bunu yaptığımız tek zaman çocukluktur nasıl olursa olsun. Bu yüzden çocuklar ayrım gözetmez, ta ki onlara -ir ekli yüklemler tekrar edilip içlerine işlenene değin. Kadim zeytin ağaçları her mevsimi geldiğinde baştan zeytin veriyorsa, altlarında söylenecek sözler de bitmemiştir diye düşünüyorum! Yani süre durmadıkça söylenecek sözlerin biteceğini sanmıyorum.
Diyelim fakat yarattığınız veya yaşam verdiğiniz bu karakterle bir şekilde, tesadüf bu ya, bir vakit aynı masaya denk geldiniz; ona bir cümle bildirmek isteseniz bu ne olurdu?
Reyhan Özdilek: Karşılaştığım oluyor. Hatta bir tanesi hiç bilmeden “Suzy Storck”tan bir tümce söyledi bana. Karşılığında sadece gülebildim, tabii birinci anlamda bir gülme değildi bu.
Mert Şişmanlar: Biliyorum, senin hiç suçun değil. Ama Hans kardeş, yapma! Hayat böyle çekilir gibi değil.
Aybanu Aykut: Kasma, içinden ne geliyorsa pek yaşa…
Kemal Aydoğan: Annemle ilgili bir anekdot anlatarak yanıtlayayım. Yine De biraz annemin mahremiyetini zedeleme ihtimali taşıyor, beni affetsin. Babamın vefat haberini alır almaz İstanbul’dan Ankara’ya yola çıktık. İkindi namazına yetiştik. Cami avlusuna girdiğimde annemin kendini fazla hırpaladığını gördüm. Ona bir şey olacağından korktum. Hemen yanında koştum, sarıldım ona ve kulağına, “Yıllardır kurtulmak istiyordun, kurtuldun işte niye bu dek hırpalıyorsun kendini” dedim. Bu ayılttı onu. bir daha da pek üzülmedi. Babam bir erkekti, kötü biri değildi fakat erkekti.
“Yoğunlaştırılmış simülasyonu gibiydi”
“Hayat, hoş ve iyi korunmuş bir bedenle mezara sağ salim gelmek niyetiyle yürünen bir gezi değil; bir duman bulutu içinde kayarak, düşerek, adamakıllı tükenmiş, yıpranmış hâlde ve yüksek sesle ‘Vay canına! Ne yolculuktu lakin!’ denecek bir hikâyedir.” der ya Hunter S. Thompson, sizin için pandemiyle birlikte son iki yıl ve bugün nasıl bir fotoğraf oluşturuyor, biraz bize oralarda, o döngüde neler yaşadığınızı / hissettiğinizi anlatır mısınız? Yakın ve uzakta geleceği nasıl öngörüyorsunuz; kendinizi, insanın hikâyesini, sahne sanatlarının dönüşümünü ve evrilmesinde öngörünüz nedir?
Kemal Aydoğan: Unutulmayacak bir seyahat olmasını diliyorum. Unutursak yanarız. Yalnızca pandemi yok, ekolojik krizler de gösteriyor fakat dünyada şimdiye değin sürdürdüğümüz haliyle yaşamaya devam etmemiz pek olası görünmüyor. Doğacak olan formları ilgiyle bekliyorum.
Reyhan Özdilek: Açıkçası bu son iki sene, şu esas kadarki yaşamımın yoğunlaştırılmış simülasyonu gibiydi. heyecanlandırıcı şeyler de var sıkıcı şeyler de. Düş ettiklerim de gerçekleşiyor hiç varsayım etmediğim olumsuzluklar da oluyor. Bugünden baktığımda ben umutluyum. Kötümserlik benim işim değil galiba, iflah olmaz bir iyimserim ve bunu seviyorum. Pandemi sürecinden sahne sanatlarının dijital ortama taşınması gibi yeni yollar denenmişti, seyirci ile ekrandan da olsa buluşmak, bir şekilde varlığını devam etmek için. Şayet buradan evrilen başka bir biçim olur, ama bunun çok yanlısı olmamakla birlikte tiyatronun oyuncu ve seyircinin aynı ortamda bir araya gelip beraber ortaya çıkardıkları bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bir evrimin mutlaka olacağını fakat bunun, kullanılan araç ve mecralarda farklılaşmadan ziyade, anlatımda kuvvetlenme biçiminde olacağını düşünüyorum. Daha iyiye doğru bir yön alacağını düşünüyorum, çünkü pandemi bir nesil kapanma yaşatmış olsa da bu kapanma süreci bir anlamda zihinsel ve marifetli gelişim sürecini de beraberinde getirdi diye düşünüyorum.
Ve son olarak bugünlerde size iyi gelen mevzular neler veya açık not gibi bir cümle de bırakabilirsiniz?
Aybanu Aykut: Bana iyi gelen oynamak, sahnede olmak, sesimi duyurmak, birilerinin sesi edinmek. Fakat oynama eyleminin daha bilinçli bir ışık halkası getirilmesi, bu bilgiyle sahip çıkılması tek dileğim…
Reyhan Özdilek: Ben son olarak, hem pandemi sürecinde ellerinden geldiği şekilde varlıklarını ve desteklerini yetersiz etmeyen keza de sahneler açıldığından beri salonlardaki yerlerini alarak bizi yalnız bırakmayan izleyicilerimize tüm kalbimle teşekkür etmek istiyorum.